Başlık

Özgürlük. Yıllarımı geçirdiğim fabrikadan dışarı attığım ilk adımda hissettiğim duygu buydu. Bir anlığına görünüp kaybolmuş olsa da oradaydı, eminim. Amacıma ulaşmak üzereydim; özgür bir insan olarak ölecektim. Başaramadım.

Her ne kadar şimdi adına fabrika diyor olsam da Üretim ve Gelecek Merkezi, hayatınızın sonuna kadar dışarı çıkmadan yaşayabileceğiniz biçimde kurulmuş küçük bir şehirdi. “Bu zehirli dünyanın ortasında inatla hayatına devam eden nadide bir çiçek.” ÜGM’yi böyle tanımlamıştı girişteki karşılama görevlisi. Üretim ve transfer alanları, yatakhaneler, yemekhane, hastane ve yaşamak için gereken ne varsa. Başlarda, Dünyadaki hayatlarını bırakıp bu yeni gezegende umut aramaya gelen binlercesi gibi beni de etkilemişti çiçek. Hayatım boyunca ev diye nitelendirebileceğim ilk, belki de son yerdi. Bu gezegene gelmek zorunda olan birçokları gibi ben de evsizdim. Şimdi anlıyorum ki bir yere bağlı olmadan yaşadığım o zamanlar gerçekten özgürmüşüm. Yapabileceklerinizin çokluğu değil, yapmak zorunda olduklarınızın azlığı özgürlüğün sınırlarını belirliyor.

Anklomin; adı buydu yanılmıyorsam. Her zaman aç olan dünyanın iştahını daha da kabartan savunmasız av. Tek bildiğim bu çok nadir mineralin yeni kurulan endüstrilerin temel hammaddesi olduğuydu. Dünya için o kadar önemliymiş ki, ona sahip olabilmek için başka gezegenlerden getirmenin maliyetini bile göze almışlar. ÜGM’nin kuruluş amacı da buymuş; cehennemin kalbinden anklomin çıkarmak ve dünyaya göndermek. Cehennem diyorum çünkü gezegen hakkında bize anlattıklarını başka türlü özetlemek mümkün değil; zehirli bir atmosfer, çatlaklarından lavlar çıkan zemin ve bir seramik fırınının içi kadar yüksek sıcaklık. Tahmin edeceğiniz gibi bizler de madenlerde çalışmak için buraya gelmiştik, ÜGM’nin ucuz iş gücüydük. Başlarda anlamıyordum; neden o kadar gelişmiş makine varken hala insan gücünden yararlanılıyordu? Bir gün bu konuyu açtığımda yaşam komşum Leti şöyle demişti; “Düşüncelerini ucuz yoldan zapt etmeyi başarırsan basit işler için insan bedeninden daha verimli bir makine bulamazsın.” Yaptığımız işleri düşününce hak veriyorum; madenlerde çalışmak için çok fazla niteliğe ihtiyacınız yoktu. Yalnız düşüncelerini zapt etmek kısmını tam anlayamamıştım. Hala da anlamıyorum ya. Gerçi bu benim için nadir bir durum sayılmaz. Geçtiğimiz sekiz yılda Leti’nin buna benzer birçok sözünü duymuştum. Hangilerinin anlamını kavradığımı hatırlamıyorum. Neyse ki gevezelik etmeyi pek sevmezdi. Ara sıra konuşur, genelde anlayamadığım bir şeyler söyler sonra umarsızca çalışmaya devam ederdi.

Her şeye rağmen iyi bir yaşam komşusuydu. Seçme şansım olsaydı da herhalde Leti’den başkasını istemezdim. Gerçi bildiğim kadarıyla böyle bir şans hiç kimseye verilmiyordu. Bizi bu uğursuz gezegene – o zamanlar bende yarattığı intiba buydu- getiren gemiden iniş sıranız ve taktığınız başlık her şeyi belirliyordu. Hem dünyada hem de yol boyunca defalarca ve farklı biçimlerde tekrarlamışlardı; “Atmosfer zehirlidir. Tüm ÜGM’yi temiz hava ile doldurmak da mümkün değil. Başlıklarınız olmadan nefes alamazsınız. O artık sizin bir parçanız. Hayatta kalmak istiyorsanız her zaman yerinde olmasını sağlayın.” İniş sonrasında bizi hava yalıtımı olan özel bir odaya alıp başlıklarımızı dağıttılar. Temiz hava bağlantısı için yukarıya doğru uzanan kalın bir boruya sahip çirkin ve ağır başlıklardı. Her biri, ÜGM’nin tavanındaki karmaşık ray sistemine bağlıydı. Bu sistemin izin verdiği ölçüde hareket edebiliyorduk. Önünüzde ya da arkanızdaki komşunuzu aşıp diğerlerine ulaşamazdınız. Ben son sırada olduğumdan sadece Leti’yle komşuydum. Hak edilmiş dinlenme zamanları dışında diğerleriyle iletişim kuramazdım. Bu yüzden ÜGM’nin sakinleri hakkında pek fazla bilgim yok. Zaten burasıyla ilgili bildiklerimin çoğunu zaman zaman kontrole gelen devriyelerden öğrenmiştim. Onların başlıkları ray sistemine değil, sırtlarındaki oksijen tüplerine bağlıydı. Bu nedenle serbestçe gezebilir, farklı yerlerde bulunabilirlerdi. Biz işçilerle çok fazla muhatap olmasalar da, G3S8-17 zaman zaman benimle konuşurdu. Sekizinci sektörde görev yapan üçüncü sınıf bir güvenlik görevlisiydi. Adını bilmiyordum. Zaten isimler değil, başlık numaralarımız bizi tanımlardı. Benimle acıdığı için mi yoksa kendi üstün konumunun tadını çıkarmak için mi konuşuyordu bilmiyorum. Halkanın sonundaydım ve sadece tek bir komşum vardı. Dediğine göre dörtlü hatta beşli komşuluklar bile varmış. Onlar bizden şanslıymış çünkü hak edilmiş dinlenme zamanları dışında da birbirleriyle konuşup iki lafın belini kırabiliyorlarmış. Tabi ÜGM’deki düzene zarar verecek konuşmalar olamazmış bunlar, hemen fark eder ve gereğini yaparlarmış.

Başlıkla yaşamayı öğrenmem çok uzun sürmedi. Sonuçta benim iyiliğim için oradaydı ve yaşamamı sağlıyordu. Hem içindeki bir çeşit telsiz yardımıyla başkalarıyla konuşmama bile imkân veriyordu. Hele ki iş kazası sonucu başlığı kırılan birinin, aldığı nefesten sonra ne kadar hızlı öldüğünü görmem aklımda hiç şüphe kalmamasını sağlamıştı; başlık iyiydi. Bizim gibi çıkışa en yakın bölümde çalışanlar için özellikle önemliydi.

ÜGM’de geçirdiğim sekiz yıla rağmen size anlatacak çok az anım var ki bana sorarsanız bu da normal. Nihayetinde çalışmak için buradaydık, hatıra biriktirmek için değil. Yine de anlatmaya değer iki olayı sizinle paylaşmadan edemeyeceğim. İlki Leti’nin ortadan kaybolması; sanırım geçen seneydi. Onu son gördüğümde söyledikleri hala aklımda. Hak edilmiş dinlenme zamanlarından biriydi. Ortak odada dikkat kaybı riski olmadığından, komşuluğunuz dışındaki işçilerle de iletişim kurabilirdiniz. Bu yüzden de ne zaman konuşmaya başlasa çevresinde küçük bir kalabalık toplanıverirdi. O gün şuna benzer şeyler söylediğini hatırlıyorum: “İnsanoğlunun uzayı fethi falan değil bu, ateşin başındakilerin yeni maşası. Alevlerini beslemek için kullanıyorlar. Çünkü onlar her zaman üşürler, bunu unutmayın. Bizlerse sevgili dostlarım, minik kömür parçalarıyız. Ateşlerini besleyip yanıp yok olmak için varız. Tüm ısımızı verip kül olup savrulmadan da huzuru bulamayacağız.” Öyle etrafına çok dikkat eden biri değilim ama o sözlerden sonra sekizinci sektörde, yani bizim çalıştığımız bölümde daha çok güvenlik görevlisi olduğunu fark ettim. Hem bu yeni gelenler hiç konuşmuyor, benden çok Leti’ye dikkat ediyorlardı. O konuşmadan beş ya da altı vardiya sonra sabah uyandığımda Leti yoktu.

* * * * *

Yanıma başka bir komşu vermediler. Tek başıma çalışmaya devam ettim. Artık etrafımda pek fazla güvenlik görevlisi de yoktu. Çok konuşmasak da, genelde dediklerini anlamasam da hayatımda ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu o zaman fark ettim. Ortak alanlardaki konuşmaların verdiği heyecan ya da hak edilmiş dinlenme zamanlarının cazibesi artık yoktu. Etrafımda olup bitende bir değişiklik olmamasına rağmen hayat benim için çekilmez hale gelmişti. Sanırım benim zihnimdeki dünya önemliydi, etrafımdaki değil. Leti’nin yeri ruhumda büyük bir boşluk olarak duruyordu. Nereye gitmiş olabilirdi? Uzunca süre bu soruya yanıt aradım. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ta ki ondan duyduğum son sözleri bir kere daha zihnimde canlandırana kadar; “…kül olup savrulmadan da huzuru bulamayacağız.” İşte o zaman olan biteni anladım; dışarı kaçmıştı. Çatlaklarından lavlar fışkıran zemine, kül olmaya gitmişti.

Daha önce de bahsettiğim gibi sekizinci sektör çıkışa çok yakındı. Hemen hemen hiç konuşmayan ve sadece işini yapan biri olarak yakından izlenmeme de gerek yoktu. Herhangi bir plan ya da kurgu yapmadım; vardiyanın bitişine yakın ben de huzuru bulacaktım. Önce zehirlenerek mi yoksa yanarak mı ölecektim bilmiyorum ama bedenimi lavlara kadar ulaştırmalıydım; huzur için, Leti’ye kavuşmak için.

Düşündüğüm gibi de yaptım. Her vardiyanın bitişinde madenlere bir çeşit hammadde taşıyan garip araçlar giriş yapardı. Tepemizdeki ray sistemi oraya kadar gitmemize izin vermezdi ama uzaktan geldikleri yerin gezegen yüzeyine açıldığı anlayabiliyordum. Zaten ortak alandaki konuşmalarda buna benzer şeyler de duymuştum. Leti nasıl gitmişti bilmiyorum ama ben o yolu kullanacaktım. Huzur çok uzakta değildi. Uygun zamanı kollayıp kapı açıldığında kendimi dışarı atacaktım. Sabırla bekledim. Nihayet o acayip arabaların giriş yapmaya başladığını gördüğümde de tüm gücümle sıçrayıp, olabildiğince yukarıdan başlığın borusuna tutundum. Ağırlığımı verip var gücümle asılınca tuttuğum yere yakın bir noktadan esnek boru kopuverdi. Nefesimi tutup elimden geldiğince hızlı kapıya doğru koşmaya başladım. Etrafımda ne olduğu umurumda değildi, var gücümle koştum. Köşeye yaklaştığımda yanılmadığımı anladım; ilerden kuvvetli bir ışık geliyordu; gezegenin meşhur ateşi diye düşündüm, yaklaşmıştım. Ciğerlerim yanıyordu. Nefes alma isteğimi daha ne kadar bastırabileceğimi bilmiyordum. Ölmek değildi beni korkutan, zaten amacım buydu. Sadece eğer yanıp kül olmazsam huzuru, daha doğrusu Leti’yi bulamamaktan korkuyordum. Sevgili Leti, benim için ne kadar da önemliymiş.

Nihayet köşeyi döndüm ve kapanmakta olan kapıdan kendimi dışarı atmayı başardım. Aynı anda hem şaşkınlık hem de hayal kırıklığı tüm zihnimi ele geçirdi. Görünen o ki Leti’ye kavuşma hayallerim suya düşmüştü. Önümde uçsuz bucaksız uzanan zeminden lav falan fışkırmıyordu. Her yer dünyada eşine benzerine rastlamadığım renkte çiçeklerle doluydu. Az ileride dev gibi ağaçlardan oluşan ormanı da görebiliyordum. Ne olduğunu anlayamadığım; sıçrayan, uçuşan, koşturan türlü çeşit şekil ahenkli bir hareketlilik içindeydi. Emin olduğum tek bir şey vardı; burası hayat doluydu. En tuhafı da o ilk şaşkınlık anında istemsizce boşalttığım ciğerlerimi temiz havayla doldurmuş olmamdı. Bu gezegen cennetin ta kendisiydi. Size en başta söylediğim özgürlük hissi beni bir anlığına o esnada ele geçirmişti. Geldiğim dünyanın sevimsiz griliğinin yanında burası daha önce görmediğim renkler barındırıyordu. O kısacık büyülü anın sonunda hayatımda ilk defa öfke hissettim; hepimiz kandırılmıştık. Zehirli olan, bu gezegendeki değil, ÜGM’deki havaydı.

Ne yapacağımı bilemedim. Tepemdeki boruyu mümkün olduğunca başlığa yakın yerden kopartıp koşmaya başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum, niye koştuğumu da. Emin olduğum tek şey yaşadığımdı. Buna devam etmek istedim sanırım. Bu garip gezegenin bir parçası olmak istedim ve var gücümle koştum. Arkamdan kapının açılma sesine benzer sesler duyduğumu sandım ama dönüp bakmadım. Ormana doğru koşmaya devam ettim, tüm gücümle…