Gözcü
Havasız ve kötü kokulu ambarın çürümeye yüz tutmuş tahtalarının arasından sabahın ilk ışıkları sızmaya başlamıştı. Girişe en uzak köşede, dizlerini çenesine çekmiş öylece oturan genç adam, “yirmi birinci gün” diye geçirdi aklından. Kaybettikleri deniz savaşının ardından, sağ kalan diğer tutsaklarla beraber tıkıldıkları ambarda geçirdikleri günleri dikkatle saymıştı. Sodrage’deki alelade denizcilerden biri değildi; savaşmanın yanında, birinci gözcülük ve kaptana rota hesaplamalarında yardım etme görevleri de kendisine verilmişti. Yüzen hapishanelerindeki günleri de eski alışkanları nedeniyle saymıştı; tahtaların arasından sızan ışığa göre, gittikleri yönü ve aldıkları mesafeyi kestirmeye çalışıyordu. Konatre’ye doğru ilerlediklerini tahmin ediyordu. Son iki gündür de limana yanaşmış olmayı bekliyordu. “Eğer birkaç gün içerisinde varmazsak yanılmışım demektir” diye düşündü. Ne var ki içten içe hatalı hesap yapmış olmayı istiyordu; “belki rüzgâr beni savaş esiri bir köle olarak yaşamaktan farklı bir kadere doğru götürüyordur?”
Bu düşünceler aklından geçerken güvertede olmayı istediğini fark etti. Eğer etraflarında bir kara varsa onu ilk gören kendisi olmalıydı; Sodrage’da görev yaptığı zamanlardaki gibi. Bütün donanmadaki en keskin görüşe sahip gözcü olarak bu zamana kadar hiç yanılmamıştı. Zaten iyi bir denizci ve korkusuz bir asker olmasına rağmen Sodrage’da görev almasını sağlayan da, şöhreti siviller arasında bile yayılmış olan kusursuz görme yeteneğiydi. Bir anlığına kendini güvertede hayal etti; karayı ararken yüzüne vuran rüzgâr ve denizin eşsiz kokusunu duyumsadı. Ne yazık ki hissettiği mutluluk, yüzen hapishanelerinin güvertesinde kopan bağırış çağırışla kesiliverdi; kara görünmüştü.
* * * * *
Boynundaki zincirle Konatre sokaklarında yaptıkları kısa yolculuktan sonra köle pazarına vardılar. Burası Sodrage’nin birinci gözcüsü Ulerim Nerop’un düşündüğünden epey farklıydı. İsmi pazar olmasına rağmen, malların öylece sergilendiği ya da alıcıların düzensiz kalabalıklar oluşturduğu bir yer değildi. Aksine, şehrin gürültüsünden uzak ve temiz bir yere getirilmişlerdi. Biraz düşününce mantıklı bir açıklama yapabildi; köleler pahalıydı ve alıcıların zengin kimseler olması gerekiyordu. Kıymetli malların alelade pazar yerlerinde satılması anlamlı değildi. Diğer kölelerle beraber, on – on beş kadar olduğunu tahmin ettiği alıcıların önünde sıralandılar. Zaman zaman tacirler ve müşteriler arasında geçen konuşmaları duyabiliyordu. Pahalı giysiler içindeki ufak tefek adamla elindeki sopayı sıkı sıkı kavramış olan köle satıcısı arasında hararetli bir tartışma yaşanıyordu;
– Dediğin kadar dayanıklı olduklarından nasıl emin olabiliyorsun?
– Yaptıkları yolculuğu görseydin şüphe duymazdın. O ambardan sağ çıkan adamların belleri kolay kolay bükülmez.
– Peki ya dediğin gibi değillerse, geri alacak mısın?
– Bende çürük mal yoktur. Buradan gittikten sonra başlarına bir şey gelirse sorumlusu yeni sahibidir.
Ufak tefek adam kararsız gözlerle köleleri süzmeye devam ederken, Ulerim Nerop’un dikkati arkalarda devam eden bir başka konuşmaya kaydı. Bu mesafeden söylenenleri duyması olanaksızdı ancak bir diğer tacirin ayakta duran iki adama kendisini işaret ettiğini zannetti. Adamlardan kel olanı elinde bir kâğıt parçası tutuyordu ve köle satıcısına ara sıra bu kâğıdı gösteriyordu. Ulerim, takip ettiği üç kişi hareketlenip önünde durduklarında gözleminin doğru olduğunu anladı. Satıcı zor duyulan bir sesle sordu;
– Gözcü sen misin?
Genç adam, yaşadığı şaşkınlığı atarak yanıt verene kadar sorunun tekrarı gelmişti;
– Duymadın mı? Sodrage’in gözcüsü sen misin dedim.
-Evet.
Bu onaydan sonra kel adam ödemeyi yaparken diğeri de Ulerim’e iyice yaklaşarak küçük bir çanta uzattı;
– Bunları giy, gidiyoruz!
* * * * *
İkisi de iri yarı olan adamlar düzgün konuşuyorlardı ve iyi giyimliydiler. Bellerindeki kılıçlar ve sırtlarındaki yayları abartılı biçimde göstererek, Ulerim’e kaçmayı denemenin akıllıca olmayacağını birkaç defa hatırlattıktan sonra yola çıktılar. İki atlı bir arabaları vardı ve genç adamı arkaya zincirlemişlerdi. Gözcü, yeni hayatının bu kadar hızlı biçimde kurgulanacağını tahmin etmemişti. Gemiden ayrılmalarının üzerinden henüz saatler geçmiş olmasına rağmen yeni sahiplerine satılmış, belki de ömrünün sonuna kadar çalışacağı hapishanesine doğru yola çıkmıştı bile. Yine de hayatındaki hızlı değişimden ziyade, adamların köle pazarındaki halleri zihnini kurcalıyordu. Ellerindeki kâğıdı tacirlere göstermeleri ve diğer kölelerle hiç ilgilenmeden doğrudan kendisini seçmiş olmaları, bunun basit bir köle satışı olmadığını düşündürüyordu. “Yakında ne olduğu anlaşılır” diye geçirdi içinden. Yeni sahipleri kendi aralarında sohbet etmelerine rağmen, Ulerim’le hiç konuşmamışlardı. Bir süre sonra bu konuda kafa yormaktan vazgeçerek etrafı izlemeye ve kendisine verilen yiyecekleri yemeye karar verdi. Haftalardır kurtlu ekmek dışında ilk defa yemek diyebileceği bir şeyler geçiyordu boğazından.
Geceyi sarp bir kayalığın altındaki korunaklı alanda geçirdiler. Adamlar dönüşümlü olarak nöbet tutmuşlardı. Zaten Ulerim’in kaçmayı denemek gibi bir niyeti yoktu; hem yorgundu hem de eski gücünü toplamadan bu iki iri yarı adama karşı koymasının olanaksız olduğunu biliyordu. Uzun zamandır hasret kaldığı deliksiz bir uykudan sonra sabah tekrar yola çıktılar. Genç gözcü, ilerledikçe yolların daha düzgün olmaya başladığını fark etmişti. Büyük ve güzel bir şehre yaklaştıklarını düşünüyordu. Henüz öğlen olmamıştı ki, tahmininin kısmen doğru olduğunu gördü. Küçük ama göz alıcı bir düzene sahip temiz bir şehre gelmişlerdi. Kel adam arkaya dönerek ilk defa kendisine hitaben konuştu;
– Ukeisa’ya geldik. Akademi’ye de vardık sayılır.
* * * * *
Akademi, Ulerim Nerop’un şimdiye kadar gördüğü hiçbir yapıya benzemiyordu. Bozkırın ortasında adeta parıldayan bir kale gibiydi. Muntazam bir bahçenin içindeki devasa ve göz alıcı binalar taş döşeli yollarla birbirine bağlanmış, tüm külliye yüksek duvarlarla çevrelenmişti. Dünyanın farklı yerlerinden gelen ve bilimle uğraşan insanların toplanma yeriydi burası. Etrafta cübbeleriyle dolaşan, kâh birbirleriyle sohbet eden kâh tek başına derin düşüncelere dalmış insanlar vardı. Bu düzenin içinde hizmetliler de göz çarpıyordu. “Galiba onlardan biri olacağım” diye düşündü genç gözcü. Kölelik fikri ne kadar utanç vericiyse, Akademi’de bulunmak da o derece farklı ve açıkça ifade edemediği hoş bir duygu uyandırıyordu.
Ne var ki birkaç iri yarı görevli, Ulerim’in buradaki yerini çok hızlı biçimde hatırlamasına yardım ettiler. Koluna giren iki adam, gözcüyü adeta sürükleyerek diğerlerinden daha gösterişsiz küçük bir binaya götürdüler. Birkaç demir kapı geçerek yer altına giden merdivenlerde uzun süre ilerledikten sonra, meşalelerle aydınlatılan küçük bir salona vardılar. Ulerim, loş ışıkta etrafı tam olarak seçemese de, karşılarındaki kapının diğerlerinden daha heybetli ve sağlam olduğunu anlayabiliyordu. Girişteki gardiyan kilidi açtı ve birlikte dar koridorun ortasına doğru ilerlediler. Sağda ve solda iki ayrı kapı daha belirmişti. Sağdakine doğru ilerleyen gardiyan yine birkaç kilidi açarak Ulerim’e seslendi;
– Buyurmaz mısınız?
* * * * *
Genç gözcünün yeni hücresi, kafasının iyice karışmasına neden olacak şekilde kurgulanmıştı. Temiz çarşaflar, rahat bir yatak ve sandalye, düzenli olarak getirilen lezzetli yemekler ve kaliteli giysiler. Bir köle ya da tutsağın hayal edemeyeceği konforlu bir odaydı burası. Ne var ki hiç ışık yoktu. Penceresi olmayan odadaki tek kapı, her hangi bir şekilde ışığın içeri sızmasına olanak vermiyordu. Zaten kapının ardında karanlıktan başka bir şey olduğundan emin değildi genç gözcü. Yemeğini ya da temiz giysilerini getiren görevliler kapıyı açtıklarında da zifiri karanlıktan başka bir şey karşılamıyordu kendisini. Aynı görevlilerin saati ve günün evrelerini hatırlatan uyarıları olmasa, bu modern hücresinde ne kadar süre kaldığını kestirmesi mümkün olmayacaktı. Yine aynı görevliler düzenli olarak kendisiyle konuşuyor, adeta canının sıkılmaması için çaba gösteriyorlardı. Ulerim Nerop, içinde bulunduğu durumla ilgili ne düşünmesi gerektiğini kestiremiyordu; tutsaktı ama özgür olduğu zamanlardakinden daha konforlu bir yaşantısı vardı.
Karmaşık düşünceler içerisinde geçirdiği dördüncü günün akşamında, havanın karardığını belirten uyarının üzerinden çok geçmeden kapı tekrar açıldı. İlk defa rutinin dışına çıkıldığına işaret eden bu olay Ulerim’in heyecanlanarak gayrı ihtiyari biçimde ayağa fırlamasına neden oldu. Gelenlerin kim olduğunu göremese de sakince hazırlanmasını söyleyen sesi tanıdı. Bu, köle pazarında kendisini satın alan kel adamdı. Odada iki kişinin daha olduğunu hissediyordu. Kel adam yine kendisine hitaben konuştu;
– Gözlerini bağlayacağız, üstatlar seni bekliyor.
Genç gözcü göremese de, gözlerinin kalın bir kumaşla üç kat bağlandığını anlayabiliyordu. Yetmezmiş gibi, kafasına sepet ya da küfe benzeri bir şeyin de geçirildiğini hissetti. Dört gün önce geçtiği koridorları, koluna girmiş adamlarla bir kere daha kat ederken attığı her adımda heyecanı artıyordu. Hedefi hakkında hiç bir tahminde bulunamadığı bir yolculuğa başlamıştı. Bir süre sonra binanın dışına çıktılar. Kafasındaki şeye rağmen ciğerlerine çektiği temiz hava biraz canlanmasını sağladı. Taş döşeli yolda kısa bir süre yürüdükten sonra bir başka binaya girip yeniden merdivenleri tırmanmaya başladılar. Tam iki yüz seksen beş basamağın sonunda durduklarında, havanın yine temiz ve canlandırıcı olduğunu fark etti; teras gibi bir yerde olmalıydılar. Kısa bir sessizlikten sonra yaşlı ve tok sesli biri konuştu;
– Açın!
* * * * *
Genç gözcünün, uzun süre sonra tekrar bir şeyler görmenin verdiği mutluluğu sindirmesi kolay olmadı. İçeride farklı renklerde cübbeler giymiş beyaz saçlı dört kişi ve koruyucu oldukları anlaşılan iri yarı üç adam vardı. Masaların üzerine ne işe yaradığını bilmediği türlü çeşit cihaz konmuş, duvarlara yıldız haritaları olduğunu tahmin ettiği büyük kâğıtlar asılmıştı. Etrafta herhangi bir lamba, mum ya da meşale olmamasına rağmen, sadece yıldız ışığıyla bile yeterince detay görebildiğini fark etti. Uzun zamandır karanlıkta kalan gözleri en küçük bir parıltıyı bile çekmek istercesine hevesliydi.
Cübbeler içindeki adamların en yaşlısı, Üstat Kltu, genç adamın şaşkınlığını üzerinden atmasını sabırla bekledi. Ufak tefekti ve mor bir cübbesi vardı. Sesinde acelesi olmayan bir adamın konuşmaktan keyif aldığını düşündüren bir tını vardı;
– Akademi’ye hoş geldin genç dostum. Ünü buralara kadar ulaşan görme yeteneğinle bize yardımcı olman için seni misafir ettik. Yeni Ay evresine kadar karanlıkta beklemek zorunda kaldığın için bize sinirli değilsindir umarım? Gözlerinin geceye alışması ve üstün olan yeteneklerinin daha da ön plana çıkması için bir süre ışıktan uzak kalman gerekiyordu.
Normal koşullarda bile konuşmayı pek sevmeyen Ulerim, belli belirsiz bir kafa sallamayla yanıt verdi. Yapmacık samimiyetin inkâr edilemez bir başarı ile sunulduğunu hissetmişti. Yaşlı adam sakince konuşmasına devam etti;
– Akademi’nin bir numaralı gözlem evindeyiz. Burada evrenin ve yıldızların sırlarını anlamaya çalışıyoruz. Ne var ki tüm bilgimize rağmen seninki gibi gözlerin yardımına ihtiyacımız olduğu da bir gerçek. Bu akşam sana göstereceğimiz yerlerde ne gördüğünü bizlere söylemeni rica ediyoruz. Hazırsan başlayalım.
Ulerim kendisinden isteneni tam olarak anlamasa da yanıt verdi;
– Hazırım.
Bu sözlerden sonra gözlem evinin açıklığına doğru yürüdüler. Genç gözcü, aylardır gece göğüne bakmadığını yeni fark ediyordu. En son iri yarı sahipleriyle beraber yaptığı yolculukta böyle bir fırsatı olmuştu ama onu da aşırı yorgunluk nedeniyle heba etmişti. Aysız gökyüzünün ne kadar muhteşem göründüğünü düşünerek kısa bir mutluluk yaşadı. Üstad Kltu eliyle parlak bir yıldızı göstererek sordu;
– Şu parlak yıldız görüyor musun? Gösterdiğim yönde, yerden yaklaşık elli derece yukarıda?
-Evet.
– Güzel. Şimdi kolunu o yıldıza doğru dimdik uzatmanı istiyorum. Parmakların da bitişik biçimde mümkün olduğu kadar yukarıyı göstersin. Bu yıldızın yaklaşık sekiz parmak doğusunda, onun yarısı kadar parlaklıkta ikinci bir yıldız var. Hemen hemen aynı hizadalar. Onu görebiliyor musun?
– Evet.
– Bu yıldızın iki parmak üzerinde yıldıza benzemeyen herhangi bir şey görüyor musun?
– Evet, bir pus bulutunu andırıyor.
Tereddütsüz gelen bu yanıttan sonra, arkadaki cüppelilerin hafif seslerle bir şeyler mırıldandıkları duyuldu. Gözcünün yanındaki yaşlı adam da huzursuzca kıpırdanmıştı. Konuşan yine Üstat Kltu’ydu;
– Pekâlâ. Şimdi şu yöne bakmanı istiyorum.
Benzer çalışmaları iki saat boyunca tekrarladılar. Üstat Kltu elindeki haritaya bakarak bir yerleri gösteriyor, genç gözcü de orada bir şeyler görüp görmediğini söylüyordu. Cisimlerin bazılarını algılayabilmiş, bazılarınıysa görememişti. En sonunda yaşlı adam elindeki haritayı bir masanın üzerine bırakarak düşünceli biçimde konuşmaya başladı. Ulerim, adamın sesindeki yapmacık samimiyetin kaybolduğunu hissetmişti;
– Bu gece için yeterli. Zannettiğimizden de keskin bir görüşün varmış delikanlı. Odana gidebilirsin. Yarın seni nasıl kullanacağımıza karar vereceğiz.
Bu sözlerden sonra koruyucularla beraber Ulerim’in odasına doğru yola çıktılar. Cübbeli adamlarsa Üstat Kltu’nun emriyle acil toplanmak üzere bir başka binaya geçiyorlardı.
* * * * *
– Gelen haritanın doğru olduğu artık kanıtlanmış oldu. Üstelik cisimlerin parlaklıkları ile ilgili yazanlar da akla yatkın. Genç denizci belli bir değerden daha az parlak olanları göremedi.
Konuşan Üstat Noytlem’di. Diğer cübbelilerden daha iri yarıydı ve bir gözü beyaz bantla kapatılmıştı. Yanıt Üstat Fyler’dan geldi;
– Evet, ama nasıl? Az parlak olanları insan gözünün marifetiyle görmüş olsa bile diğerlerini nasıl seçebildi? Bunları haritaya nasıl yerleştirebildi?
Noytlem yanıt vermeye hazırlanıyordu ki yaşlı Üstat Kltu sözünü kesti;
– Nasıl olduğunu anlamak şimdilik önemli değil. Öncelikle Galileo Galilei’nin bir an önce durdurulması gerekiyor. Bizden çok ileride, yıllarca kat ettiğimiz tüm yolu kaybettirecek kadar çok hem de. Güneş merkezli evren modeli ile ortalığı zaten yeterince karıştırdı. Bir de yıldızlar ve gezegenler dışındaki gök cisimleri ve farklı evrenler söylemiyle zihinleri bulandırmasına izin verilmemeli. Hiç vakit kaybetmeden Papa’nın bizzat kendisine bir mektup yazılacak ve bu adamın çalışmalarının durdurularak bize gönderdiğine benzer haritaların tüm kopyalarının yok edilmesi tavsiye edilecek. Ortaya attığı tüm saçmalıkların Güneş merkezli evrenle sınırlı olduğu düşünülmeli. Kâtipleri çağırın, kaybedecek zamanımız yok.
Bu sözlerden sonra Üstad Fyler kapıya doğru yönelmişti ki yaşlı adam tekrar konuştu;
– Bu arada, Anfter Olsim’in olan bitenden herhangi bir şekilde haberi olmamalı. İkinci bir belayla uğraşmaktan daha önemli işlerimiz var.